Müzik, Atilla Yılmaz’ın yüreğine babasından dinlediği Neşet Ertaş türküleriyle düşmüş. Amcasının da ‘aşık’ olduğunu düşünürsek, bu genç adamın duygularını paylaşma aracı olarak ‘saz’ı, mekan olarak ‘sahne’yi seçmesi çok şaşılacak bir durum değil.

Baba ocağında sazı ve türküleri ‘dinleyen’ Yılmaz, Ülkü Ocağı’nda sazını da sözünü de ‘dinletir’ olmuş. İlk dinleyicileri ocaktaki arkadaşları. Onlarla marşları paylaşmış, Ozan Arif’in piyasada dolaşan kaçak kasetlerinden ezberlediği “Ölmez bu Hareket, Ölmez Bu Dava”yı, “Bu Gelen Bizim Gençlik”i… Kendi ocağının gecesinde profesyonelliğe adım atarken de yine bu şarkılarla selamlamış ülküdaşlarını, bir de 15-16 yaşın heyecanını yansıtan kendi bestesi…

1991-92 yıllarında, jaksız sazının sesini arkadaşlarının tuttuğu mikrofonla duyuran bu genç adam, şimdi üçüncü solo albümü Vaktidir ile dinleyicisinin karşısında.

Ona göre o kadar çok şey var ki, vakti gelmiş, hatta geçiyor olan.

Söyleyecek çok sözünüz olduğunu biliyoruz ama başka bir şey bilmiyoruz hakkınızda. Kimdir Atilla Yılmaz?

Ben 16 Mayıs 1975’te İstanbul’da doğdum, Bakırköy’de. Çocukluğum, gençliğim, öğrenim hayatım hepsini bu şehirde yaşadım ama aslen Trabzon Çaykaralıyım. Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi’nde İktisat öğrencisiyim.

Müziğin hayatınıza girişinin de bir hikayesi vardır herhalde değil mi?

Müziğin olmadığı bir dönem yok. Onun için ‘şu zaman başladı’ diyemem. Kendimi bildim bileli babamdan dinlediğim Neşet Ertaş türküleri var kulağımda. Hep etkilemiştirler beni. Sonra ‘aşık’ bir amcam var. Profesyonellik derseniz, bulunduğum ocağın düzenlediği gecede sahneye çıkıp iki üç şarkı söyledim. 15-16 yaşlarındaydım ve kendi kendime dedim ki, “Benim yerim burası”. Gecenin ardından bir gazetede yanlış hatırlamıyorsam “Zaman”dı, röportajım yayınlandı. O zaman Aygün Müzik’in dikkatini çekmiş. Aradılar, “kaset yapalım” dediler. Benim aklımda böyle bir şey yoktu. Bu arada Ocak başkanlarımızın desteği ile birçok gecede sahneye çıktım. Yaşımın genç olması dikkat çekti. Popülarite yakalamam uzun sürmedi. Bu arada 1992’de Ülkü Ocakları Genel Merkezi Sanatçısı oldum. Sefai ile Türkiye’yi dolaşmaya başladım. 1993’te kaset hazırlığı başladı. Her şey böyle hızlı gelişirken, o günlerde hem Ocak Başkanım, hem de okulumuzda Tarih öğretmenimiz olan Sayın Ergun Kaya’nın büyük desteğini gördüm. İlk kasedim olan “Haykırın 22.45” 1995’te piyasadaydı. Ardından1999’da, ikinci solo albümüm olan “Oy Leyli”yi çıkardık. Bu albümle hem Anadolu’da, hem de federasyonlarımız aracılığıyla yurt dışındaki soydaşlarımız arasında Atilla Yılmaz ismi tanınmaya başladı.

Sene 2005 ve şimdi de “Vaktidir” mi diyorsunuz?

Evet, aradan 6 yıl geçmiş.

Uzun bir zaman değil mi?

Uzun. Aslına bakarsanız arada albüm yaptım. İçime sinmedi piyasaya çıkarmadım. Küsüp yarıda bıraktığım işler oldu. Her şeyin dört dörtlük olmasını istiyorum ben, dört üç, dört üç buçuk yetmiyor. Bu anlamda çalışılması zor biriyim, çok titizim. Ne kadar mükemmel olduğunu söylerlerse söylesinler, ben inanmadan, “evet budur” demeden ortaya çıkarmıyorum.

Bu “dört dörtlük” albümden konuşalım biraz o zaman…

Bütün besteler bana ait. Dışardan beste kullanmıyorum genelde. Ancak sözlerde ilk albümden beri süren geleneği bozmadım. Yine Nihal Atsız’dan, destan şairimiz Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’ndan sözler var. İnandığım, ‘atam’ olan bu şahsiyetlerin mücadelelerini daha büyük kitlelere ulaştırabilmek benim için en büyük onur çünkü. Albüme adını veren “Vaktidir” ile herkesin yüreğini yakan “Kerkük Destanı” Gençosmanoğlu’nun, ülkücü gençliğin dilinde marşlaşacağına inandığım “Selam” ve “Yolların Sonu” da Atsız’dan.

Zikrettiğiniz isimlerden yola çıkarak soruyorum, sizsinkinin sadece müzikal kaygı olmadığını söyleyebilir miyiz?

Kesinlikle. Sanatçı yaşadığı toplumun değerleri ile beslenir. Bizler bu ülkenin sanatçılarıysak, beslendiğimiz bu değerleri, kültürü üretimimize yansıtmak zorundayız. Ben bugünkü konjoktürde sevdadan, aşktan, kuş, çiçek sevgisinden bahsedemezdim. Yine duygularımı, hayalleri, acılarımı paylaştım ama şartlar bugün bir sanatçı olarak beni, mensubu olduğum milletin geleceğine ilişkin hayaller kurmaya, milletimin maruz kaldığı felaketlere ağlamaya, onlar için kederlenmeye itiyor.

Sanatçının ideoloji sahibi olması gerektiğini mi savunuyorsunuz?

Elbette olmalı.

Bunu eserlerinde hissettirmesi gerekli mi?

Hissettirmezse, sanatçının ideolojisini nereden anlayacağız. Nasıl benimsediği fikre hizmet edecek. Sanat zaten ideolojilerin birinci derecedeki taşıyıcısı, yücelticisidir.

Sizin ideolojiniz, yani Türk Milliyetçiliği bu albümü hangi noktaya getirdi?

Ülkemiz üzerinde oynanan oyunların müzikal özeti oldu albüm. AB’den Kıbrıs’a, kızılelmamız olan Turan’dan misyoner faaliyetlere kadar her şey var. Milletimiz sömürülmesini hazmedemiyorum ben. B yüzünün ilk şarkısı olan “Azat” albümün ana fikrini veriyor. Orada bütün Türklere azatlık istiyorum. Temel bu. Bunun üzerine kurduk her şeyi. Albümün ismi de mesaj: “Artık yeter ayağa kalkın, kurtuluşun vaktidir” diyorum. “Ey Türk titre kendine gel, yarın gelebileceğin kendin kalmayabilir” diyorum.

Albümün olmazsa olmaz şarkısı hangisi?

Yüzlerce kere dinledim stüdyoda ama hala dinlemekten zevk aldığım, söylerken de, dinlerken de ilk günkü gibi heyecanlandığım şarkı kesinlikle “Azat”. O şarkıda yüz milyonlarca nüfusu olan Türk Dünyasını bir arada hayal ediyorum. Tek yumruk olmuş. Bir Türk Milliyetçisi için o manzarayı görmekten büyük haz olamaz.

Çok sivri çıkışlarınız var. Mesela bir şarkınızda “Rumlarla kardeş olamayız” diyorsunuz, tepki almaktan çekinmiyor musunuz?

Tepki alıp almaması umrumda değil. Biz, Kıbrıs’ta küvetin içinde katledilmiş o küçücük çocukların fotoğrafı ile büyüdük. Elbette dost olamayız. İnsan sıfatı taşıyan kan emicilerin dostluğu olmaz olsun.

Irkçılıkla suçlanabilirsiniz!..

Ben kendimi “Türkçü” olarak tanımlıyorum. Siz adına ne derseniz deyin. Türk ırkının üstün bir ırk olduğuna ve bu memleketin tek sahibi olduğuna inanıyorum. Parya olmayı hazmedemiyorum. Kim ne olursa olsun. Ama ben Türk’üm. Türk’ün sesiyim. Benim doğrum bu.

Konserlerinize gelenlerin tepkileri de aynı radikallikte mi?

Dört beş yıl önce farklıydı. Bin kişiden belki ancak on kişi ile aynı frekansı tutturabiliyordum. Bunu konser sonrası sohbetlerde test ediyordum. Konuşmaları benden ne alıp, neyi es geçtiklerini gösteriyordu. Bugün öyle değil, ben konserlerimizi dolduranların yüzde ellisini kazandığımızı görüyorum. İnsanımızın nabzı farklı. Hele Anadolu’da. Son dönemde Osmaniye, Hatay, Mersin’e gittim. Hep millet için “uyuşmuş” tabiri kullanıyorlar ya. Öyle değil. Anadolu sessiz değil. Aynı çığlığı paylaşıyoruz. Tepkiler aşırılaşmış. Çünkü bayrak hadisesi ardından terörün hortlaması ve iktidarın hala tavizkarlığından vazgeçmemesi bardağı taşırmış.

Siz ideolojileri sanat yüceltir diyorsunuz ama Ülkücü Hareket’in iniş çıkışları siyasal gündeme paralel ilerliyor. Camianız da sanatla ilerlemek gibi bir kaygı taşıyora benzemiyor. Yanılıyor muyum?

Bu bizim kanayan yaramız gerçekten. 15-16 yıldır bu hareketin içinde ‘sanatçı’ kimliğim ile varım. On beş yılda üç kasedin tek nedeni benim uyumsuzluğum değil tabii. Ekonomik nedenler, destekler kadar köstekler, yıldırma politikaları vs. de var. Benim ikinci albümümün çıktığı 1999 yılında MHP oy patlaması yaptı. İki buçuk milyon insan bize teveccüh gösterdi. Hadi bir milyonunu bir kenara koyalım. Bir buçuk milyon milliyetçi/ülkücü kalıyor elimize, seçmen yaşını geçmiş. Bu rakamı kaset satışlarımızla kıyasladığımızda büyük bir tezat çıkıyor ortaya. Biz toplasan 10 sanatçıyı geçmeyiz. Oya oranlayınca her birimizin ortalama 150 bin kaset satışı olmalı ama aramızda 100 bini bulan yok. Ya ülkücüler bizi gerçekten severek dinlemiyor. Ya da biz onlara iyi şeyler sunamıyoruz.

Bunun nedeni belli bir kalitenin yakalanamamış olması olabilir mi?

Buna katılmıyorum. Biz bu sorunu 7-8 yıl önce aştık. Albüm kapağındaki isimlere bakın, bağlamada Türkiye’nin en iyisi Çetin Akdeniz, bas gitarda en iyisi İsmail Soyberk… Biz bu işin a takımı ile çalıştık. Diğer ülkücü sanatçı arkadaşlarım da aynı şekilde.

O zaman “bizim çocuklar” muamelesi gördüğünüz için kaybediyorsunuz.

Zaten mum bulunduğu yeri aydınlatmazmış. Biz kasetteki profesyonelliğimizi genele yaymalıyız. Ocak gecelerine, diğer konserlere, organizasyonlardaki ilişkilerimize, her ayrıntıya. Ülkücü sanatçılar arasında yılda 365 konser veren var. Türkiye’de bunun başka örneği yok. Ama değer tirajsa, tirajımız düşük.

 

Firmaların politikası bunda etkili mi?

Unkapanı bugüne kadar bizler için “kurtkapanı”ydı. Hiçbirzaman umduğumuzu bulamadık. Bir dönem Arif Nazım Kültür Müzik’i açtı. Gerçekten bizimdi, hepimiz oradaydık ama yürümedi. Unkapanı’nda olmamız gerektiğine inandığım için şimdi biz bir firma açtık. Tüm arkadaşlarımızı davet ettim. Şimdi bizimkiler başka yerlere gidiyor. Biz hala Unkapanı kurallarıyla oynamıyoruz aslında. Bakıyorum Anadolu’dan gelmiş. Şöhret peşinde, gariban insanlar. Tarlasını, varını yoğunu satmış, bir hayale yatıracak. Tip yok, ses yok, sanat yok… Yani gerçekten hayal. Unkapanı piyasası böyle binlerce insanı sömürdü. Sömürmeye devam ediyor. Ben gelenlere köylerine, ailelerine dönmelerini öğütlüyorum. Çoluğunun çocuğunun rızkını burada kurda kuşa kaptırmamasını. Bu da ideolojimizin getirisi olan sosyal sorumluluktan aslında.

 

Bu kadar idealizm konuştuktan sonra sormadan edemeyeceğim. En büyük hayaliniz nedir?

Bütün ülkücü sanatçıları aynı çatı altında toplamak. Tek firma, tek güç olmak. Sonra sözlerine ortak imza attığımız, ortak bestelediğimiz ve koro halinde söylediğimiz bir kaset yapmak. Bunlar hayal değil, proje aslında. Bireysel düşünürsek, Tanrıdağları’nda saz çalıp türkü söylemeyi çok isterim mesela. Bu gerçekleştiremezsem gözümün arkada kalacağı bir düş.